ÜSTAD YORUMU;ACININ 68'NCİ YILDÖNÜMÜ
Her şey 68 yıl önce bu gece başladı. Geçmişte kardeşçe yaşayan Rum, Müslüman, Yahudi ve Ermeni bu olaydan sonra kardeşliği bir tarafa attı. Tarihimizin, izleri silinemeyen kara lekesidir 6-7 Eylül olayları. 27 Mayıs ihtilalinde Yassıada'da intihar eden dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik'in ifadesiyle "Mozaiğin çatladığı gün"dür. Öyle bir kara günkü, bugün bile dünya kamuoyunda maalesef Türklerin saldırgan ve barbar bir millet olduğu görüşü yaygındır. 1955 yılında patlayan olayların kiri, aradan 68 yıl geçmesine rağmen hala temizlenemedi ve olayda çok karanlık yönler olduğundan asla temizlenemeyecek.
Neden?
İngilizler, Türkler, Yunanlılar, Kıbrıslı Türkler, Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı çeteciler, cuntacı Yunan albaylar, diğer dış güçler.. bu filmin içinde oyuncu olduklarından, 6-7 Eylül barbarlığının asıl ve tek suçlusunun kim olduğu konusunda kesin yargıya varmak pek kolay değildir.
Acı ve tarih önünde asla değişmeyecek gerçek şudur; Aynı topraklarda yüzyıllardır kardeş gibi yaşayan, aynı acıları, aynı mutlulukları paylaşan, adeta et ile tırnak olan Müslüman, Yahudi, Rum ve Ermeni bu olaylar sonucu birbirlerinden kopup adeta düşman hale geldi.
İstanbul'da dedelerinden itibaren yaşamaktan keyif alan gayrimüslimler bir daha dönmemek üzere Tel-Aviv'in, Atina'nın, Paris'in, Londra'nın, New York'un yolunu tuttu.
***********************
6-7 Eylül olayları Yassıada mahkemelerinde tam 20 oturumda yargılandı, toplam 98 tanık dinlendi ve Başta Cumhurbaşkanı Celal Bayar olmak üzere onlarca kişi sanık sandalyesine oturdu.
Sonuçta Başbakan Adnan Menderes ile Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu suçlu görüldü, bu davadan hüküm giydiler.
İş bitmiş, bir olay tarihe gömülmüştü.
Ama acaba tek suçlu onlar mıydı?
İçişleri Bakanlığı, Genelkurmay, 1. Ordu, MİT, askeri istihbarat ve derin devletin diğer unsurları acaba suçlu değil miydi?
Bu olayın elbette bir geçmişi, fazla araştırılmamış masum görünen gelişmeleri, dantel gibi örülen perde gerisi detayları da var.
Eriştiğim bazı gizli bilgilere, olayların canlı tanıklarına, anlatılanlara dayanarak yaşananları gözden geçirelim.
**********************
Tarihte bugün; 5 Eylül 1955.
Saatler 24.00.
Ulu önder Atatürk'ün Selanik'teki evinin bahçesine çok yakın bir yerde etkisiz ama gürültüçıkaran bir bomba patladı.
Bu olay 6 Eylül 1955 günü saat 13.00 haberlerinde radyolarımızdan flaş haber olarak ve abartılarak halka duyuruldu.
Aynı gün Sertel'lerin İstanbul Ekspres Gazetesi saat 16.00 da yıldırım baskıyla "Atamızın evine saldırıldı" sansasyonel manşetini atarak piyasaya çıktı.
Günde ortalama 20 bin tirajı olan gazete o gün yıldırım baskıyla 260 bin basmıştı.
Ben o günlerde henüz ilkokula bile başlamamıştım ama büyüklerimin heyecanlı konuşmaları halen kulaklarımdadır.
Aynı gün akşamüstü İstanbul Taksim Meydanı'nda çok kalabalık ve her an bir kıvılcımla infilak etmeye hazır insan kitlesi vardı.
Polis ve emniyet güçlerinın varlığı pek hissedilmiyordu.
İlk saldırı saat 19.00 civarında Şişli'de patladı.
Aynı anda Taksim Şişli arasında yüzlerce noktada işyeri ve evler taşlanmaya, dükkanlara girilmeye başlandı.
İstanbul sanki aynı anda ateşe verilmişti.
İstiklal Caddesi 25 dakika içinde içinde yığılan kumaşlar, eşyalar, devrilen araçlar nedeniyle yürünemez hale geldi.
İstanbul'da gayrimüslüm vatandaşlarımızın yoğun yaşadığı Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Osmanbey, Yeşilköy, Bakırköy, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek, Balat, Samatya, Kumkapı, Yedikule, Kadıköy, Moda, Kuzguncuk, Çengelköy ve Adalar bir anda can emniyetinin kaybolduğu açık hedef haline geldi.
Ellerine kalın sopa, balta, demir çubuk geçiren gözü dönmüş vandallar vahşice saldırmakta, yakıp, yıkmakta ve yağmalamaktadır.
Ortada dur diyecek tek bir emniyet görevlisi yoktur.
İstanbul sabaha kadar acımasızca yağmalanır.
Yakılan araçlardan ve atılan eşyalardan ana caddeler geçilmez olur.
Ertesi gün 7 Eylül'de de aynı olaylar saat 22.00 de Ordu'nun el koyması ve tankların yolları kesmesiyle durur.
Saat 24.00'de sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı başlar.
İşin ilginci Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Menderes ve yanlarında bazı DP milletvekilleri 6 Eylül akşamı Haydarpaşa'dan saat 20.20'de Ankara trenine binerler.
Tren mola için İzmit garına girdiğinde onları karşılayan Vali bey İstanbul'da çıkan olayları Başbakana aktarır ve heyet karayoluyla hemen İstanbul'a geri döner.
Üst düzey polis yetkilileri İstanbul'a girmeden önce Pendik Dörtyol'da rutin trafik kontrolu yapılıyormuş gibi yol üzerinde Cumhurbaşkanı, Başbakan ve milletvekillerine durum raporu sunarlar.
************************
Nedir 6-7 Eylül'ün bilançosu?
Resmi kayıtlara göre; 1004 dükkan, 4214 ev, 5317 fabrika, otel, eğlence mekanı ve diğer işyerleri, 26 okul, 2 manastır, 1 sinangog ve 73 Rum kilisesi tamamen veya kısmen yakılmış, tahrip edilmiş, kullanılamaz hale geldi.
15 kişi bu olaylarda hayatını kaybetti.
Tecavüze uğrayan kızların ve kadınların sayısı sır olarak kaldı.
Tahminler 1000'den fazla olduğu yolundadır.
Sadece Yedikule'deki bir hastaneye psikolojik tedavi görmek için 200 kadın müracaat etmişti.
Türk Milli Takımı ile Fenerbahçe'nin efsane kaptanı Rum TC vatandaşı çok sevilen Lefter Küçükandonyadis bile canını çok zor kurtarır.
Pekiyi bunun maddi bilançosu nedir?
Bu soru asla aydınlanmayacaktır.
Zira İstanbul'dan bir anda kaçıp giden onbinlerce gayrimüslim vatandaşlarımız daha sonra arayıp tazminat talebinde bile bulunmamıştır.
Tahminler o günün rakamlarıyla en az 1 milyar lira olduğu yönündedir.
Olaylardan hemen sonra yurt genelinde yardım kampanyası açıldı ve Adnan Menderes, Başbakanlık bütçesinden 50 bin lira, kendi cebinden de 5 bin lira bağışta bulundu.
İki yılın sonunda toplanan para 8 milyon 700 bin liraya ulaşmıştı.
Menderes hükümeti daha sonra TBMM'den karar çıkartarak 60 milyon liralık yardım fonu oluşturdu.
Bu rakamlar o günün Türkiye'si için astronomik sayılacak rakamlardır.
Ancak.. 1 milyar liralık zararın 60 milyon lirayla örtülmesi, kapatılması elbette mümkün değildir.
Tazminat ödemesi faturanın KDV'si bile sayılamaz.
Kaldı ki; Maddi kayıpların yanında asla onarılmayacak, yerine konulmayacak kayıpların olduğu herkesin malumudur.
Bir kültür canlanmayacak şekilde öldürüldü.
6-7 Eylül'ün barbarlık konusunda Türk milletinin üzerine vurduğu damga çağdaş dünya kamuoyunda halen silinememektedir.
Bu olaylarda gasp, yağma, talan, hırsızlık, tecavüz, vahşet.. ne ararsan vardır.
Olaylar sonrasında yapılan araştırmada maddi zarara uğrayan ev ve işyerlerinin yüzde dökümü şöyledir:
% 59 Rumlar,
% 17 Ermeniler
% 12 Yahudiler
% 12 Müslümanlar.
**********************
Pekiyi kimler yağmacılık yapmıştı?
Bu operasyonun "Özel Harp" işi ve mükemmel bir örgütlenme örneği olduğu daha sonra General Sabri Yirmibeşoğlu tarafından açıklandı.
İstanbul'a çevre iller ile Sıvas, Trabzon, Erzincan, Eskişehir ve Kastamonu'dan otobüslerle, trenlerle kasketli, poturlu maganda tipli insanlar taşındı.
Bunların çoğu DP teşkilatlarına bağlı işsiz, güçsüz gençlerdi.
Bunlardan bir kısmı dönüşte Haydarpaşa Garı'nda cepleri ve çantaları "ganimet" dolu yakalandı, gözaltına alındılar ancak hiç bir işlem yapılmadan salıverildiler.
6-7 Eylül olaylarına karışan çapulculardan 3.151 kişi tutuklandı, ardından bu sayı 5.104'e çıktı ancak bir kısmı sorgulama aşamasında, diğerleri mahkeme sürecinde serbest bırakıldı.
Olaylardan 3 ay sonra gözaltında tek bir zanlı bile kalmamıştı
Dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik, İstanbul Emniyet Müdürü ile 3 general istifa ettirildi.
Daha doğrusu milletin gazı alınmaya çalışıldı.
Olaylar sonrasında sıkıyönetim komutanı gazete yöneticilerini topladı ve yayın yasakları konusunda detaylı bilgi verip, gazetecilerin kulaklarını çekti.
Olayların komünist dış güçlere fatura edileceğini nazik bir dille aktardı.
İlerleyen günlerde ise muhalif yazılarıyla dikkatleri çeken Aziz Nesin, Nihat Sargın, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo, Hulusi Dosdoğru başta olmak üzere 45 solcu yazar tutuklandı ancak delil yetersizliğinden 3 ay sonra hepsi serbest bırakıldılar.
Aydınlar ve gazeteciler her zaman olduğu gibi yine "Tanrı Manitu" ya kurban edilmek istenmişti!.. (Dayan sevgili kardeşim Merdan, bugünler elbette geçecek)
***************************
Şimdi konunun diğer perde gerisine geçelim.
6-7 Eylül vandallığı dünyada benzeri zor yaşanır çok özel bir operasyondur.
Asla bir soykırım değildir.
Gayrimüslim vatandaşlarımızın canları ilk hedef olarak alınmadı.
Canlarını kaybeden 15 vatandaşımızın da kaza sonucu öldükleri, teamüden cinayete kurban gitmedikleri anlaşıldı.
Zaten öldürme amacı olsaydı onbinlerce cesedin hastane morglarına bile sığmayacağı kolayca tahmin edilir.
Bu olayların asıl amacının azınlık vatandaşlarımıza sert gözdağı vererek sindirmek ve kaçırtmak, Kıbrıs müzakerelerinde kamuoyu oluşumuna katkıda bulunmalarını sağlamaktı.
Ancak gözdağı vermek isterken ölçü kaçmış, kontrolden çıkılmış ve hiç öngörülmeyen adi olaylara davetiye çıkarılmıştır.
Bu, Adnan Menderes'in benzerlerine bugün bile rastladığımız, bir tür "Kontrollu" operasyonudur.
Menderes bu olayın mimarı ve baş sorumlusudur ama böyle gelişeceğini elbette tahmin edemezdi.
***********************
Şimdi biraz geriye saralım.
Tarih 29 Ağustos 1955. Londra.
İngiltere Dışişleri Bakanı MacMillan, Türk ve Yunan heyetlerini Kıbrıs müzakereleri için davet etti.
İngiliz Bakan deneyimli, donanımlı, cin gibi akıllı ve kurnaz bir diplomattı.
Türk Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'ya gizli mesaj iletip başbaşa görüşmek istediğini bildirdi.
Dışişleri Bakanımız Zorlu, Adnan Menderes'in bacanağı, sırdaşı, akıldaşı aynı zamanda DP'yi beraber kurdukları güçlü isimdi.
Fatin bey, eşini sevmediği için aile hayatının mutsuzluğuna karşın görevine aşırı düşkün, onurlu, gururlu, kaliteli bir diplomattır.
Hükümetin en etkili bakanıdır.
İşte bütün bu ayrıntılar İngiliz Dışişleri Bakanı MacMillan tarafından her yönüyle bilinmektedir.
İngiliz Bakan görüşmede Türk mevkidaşına olağanüstü kibarlık ve yakınlık gösterir.
Çok samimi iki eski arkadaş havasında, kendisine bazı gerçekleri ve İngiltere hükümetinin politikasını açıklayacağını ancak bunların ikisi arasında kalmasını ister.
İngiliz Bakan Kıbrıs konusunda Türk tarafını tamamen haklı bulduklarını, azınlık statüsünde kaldıklarından Türklerin ezilip haksızlığa uğradıklarını, bu durumun kendilerini üzdüğünü ve uzun vadede Kıbrıs'ın olumsuz etkileneceğini söyler.
Çok hoş..
Zaten Türk heyetinin tezi de aynen böyledir.
Her şey yolundadır.
İki Bakan keyifli ve rahat ortamda adeta yatılı okul arkadaşları gibi sohbet etmektedir.
Dostça sohbetin arasında İngiliz Bakan, Fatin Rüştü Zorlu'ya çok kibar ve asil duruşa sahip olduğunu ancak Yunan tarafının kaba, saygısız ve diplomatik kurallara uymayan insanlardan oluştuğunu bu nedenle müzakerelerde yumuşak üslup kullanmamasını öğütler.
Daha da ileriye giderek Türkiye'nin tezini sert şekilde ortaya koymasını asla yumuşama yapmamasını önerir.
İngiltere Başbakanı Anthony Eden'in de bazı demeçlerini hatırlatarak "Bizim Başbakanımız Türk ve Yunan taraflarının inatçı, uzlaşmada zorlanan heyetler olduğunu ilan etmişti. Şayet bu görüşmelerde yumuşama gösterirseniz Başbakanımızı da haksız çıkarırsınız. Bizim politikamızı da etkilersiniz. Siz haklısınız ve haklarınızı savunmak en doğal hakkınız. Yunanlılar karşısında asla taviz vermeyin, dik durun. Göreceksiniz onlar sizin karşınızda taviz verecekler.." şeklinde dolduruş yapar.
İngiliz Bakan şerbeti vermiştir ve rahattır ancak cin gibi uyanık Dışişleri Bakanımız Fatin Rüştü Zorlu'da şerbeti içmiş gibi göstermiş, yutmamış, ağzında çalkalamıştır.
************************
Fatin Rüştü Zorlu oteline dönüp kıyafet değiştirir.
Başında bere ve tanınmayacak kıyafetle izlenmediğinden emin olduktan sonra başkent Londra'nın her zaman kalabalık, alt katı tren garı olan Heathrow Havalimanı'na gidip telefon kulübesinden Menderes'i arayıp şifreli kelimelerle durumu aktarır.
Menderes durakladıktan sonra "Peki sen ne öneriyorsun Fatin?" diye sorar.
Bakan Zorlu Londra müzakerelerinde Yunan tarafıyla eşit şartlarda olduğumuzu, ancak elinizin güçlenmesi gerektiğini söyler.
Rumların ters bir hareketiyle Türkiye'de güçlü bir kamuoyu yaratılması halinde Yunanlılar karşısında güç kazanacağımızı ve Londra müzakerelerinde ".. Bakın beyler kamuoyumuz çok hassas, olayların istenmeyen şekillere girmemesi için önerilerimi çok dikkatli izleyin.." şeklinde ağırlığını koyabileceğini öne sürer.
İşte bu cümleler 6-7 Eylül olaylarının fitilini ateşleyen senaryonun ana bölümüdür.
Öneriyi dillendiren Dışişleri Bakanı, onaylayan Başbakan, olayı senaryolaştıran İçişleri Bakanı Namık Gedik'tir.
*****************************
Türk-Yunan dostluğunun temelleri Atatürk ve Venizelos tarafından 1930 yılında atılmış ve hızla gelişmişti.
1952-54 arası en parlak dönemdir.
1953 yılında Türkiye ve Yunanistan Yugoslavya'yı yanına alarak Balkan Paktı'nı oluşturmuştu.
1952 yılında Türkiye ve Yunanistan, Cumhurbaşkanı ile Kral'ın karşılıklı ziyaretleriyle onurlanmıştı.
Başbakan Menders İstanbul'da ilk kez Fener Patrikhanesi'ni ziyaret etti.
Rum cemaati Demokrat Parti ile Menderes'e açık desteğini ilan etti ve Rum vatandaşlarımız parlamentoya DP milletvekili olarak girdiler.
Heybeliada'da Ruhban Okulu açıldı, Yunanistan'dan öğrenciler ve hocalar geldi.
İki ülke arasında ticaret kolaylaştırıldı, komşuluk ilişkileri güçlendirildi.
Rum ve müslüman kardeş gibi birbirine sarılırken bu durumdan birileri rahatsız oluyordu.
*******************************
Dünya sahnesinde her zaman politik oyun kurucu olan amiyane deyişle kartları dağıtan İngiltere'nin ulu çıkarları Türk-Yunan yakınlaşmasına izin vermez.
Bu iyi ilişkiler Akdeniz çanağında özellikle Kıbrıs'ta böyle devam edemez.
Türk ve Yunan'ın kardeşliği hayalden öteye gitmemeli, iki taraf da birbiriyle hırlaşmayı sürdürmeli ve sonunda İngiltere'nin arabuluculuğuna başvurmalıdır.
Herkes her şeyi yapabilir ama günün sonunda son sözü İngiltere söyler !..
Olaylara ve özellikle İngiltere'ye bakarsanız 6-7 Eylül'ün ne olduğunu şimdi daha rahat görebilirsiniz.
Acı olaylar yaşanmış bunun en büyük faturası Türkiye'ye çıkarılmış ancak perde gerisinde esas büyük patron olan İngiltere masumiyetini yine korumayı başarmıştır.
Bu yaşananlardan bugün Türkiye'nin alacağı çok dersler vardır.
6-7 Eylül cana değil mala vurdu.. ama bugün bir benzeri yaşanacak olursa insanın dili varmıyor..Milyonlarca insanımız yok yere can verebilir.
Şimdi son sözüm: Şayet Atatürk yaşıyor olsaydı geçmişteki bu acı olayların hiç biri yaşanmaz, ulu önder İngiliz ve Yunan heyetine Savarona'da bir güzel rakı-balık ikram eder, ertesi gün de ellerine birer kutu kaymaklı Hacı Bekir lokumu tutuşturup yolcu ederdi.
Konuklar dönüş yolunda sadece güzel bir İstanbul havası almaktan mutlu olurlardı.
Yapar mıydı ulan?
Kuşkun mu var dangalak?
Aynen böyle yapardı.
İlk Yorum yapan siz olun!