Konuşmadan Anlaşmak: Gerek Var mıdır Sözcüklere, Kalpler Anlaşırsa?

Bu dünyada çok az şey vardır ki, anlaşılmak kadar kıymetlidir.
Anlaşılmak…
Ne hissettirir? Güven mi, tamamlanmışlık mı?
Peki ya birini anlamak için gerçekten çabaya gerek var mıdır?
Dahası, anlaşılmak için çırpınmaya?
Yoksa hiç bilmediğimiz, tanımadığımız yerden de bilebilir miyiz bu duyguyu?
İnsanların çoğu, anlaşılmak yerine sadece konuşulmayı ve anlamak yerine sadece vereceği cevabı düşünüyor.
Herkes herkesi dinliyor da, hangi birimiz dinlediğimiz ile gerçekten ilgileniyoruz?
Gündelik olaylar ve hazır cevaplar ile derin sohbetler kurabilir miyiz hakikaten?
Oysa derin bir bağ ile anlaşmak için uzun zamandır tanışmaya veya tanımaya gerek yok; biri gelir, sana ayna tutar, seni gözlerinden anlar.
Çok gariptir ki, zaman zaman çocukluk arkadaşımızın, dostumuzun veya anne babamızın dahi anlamadığı bir şeyi, hiç tanımadığın biri gözlerinden duygularını okur.
Sanırsın ki kalbini görüyor, ruhunu okuyor.
Sahi, gerek var mıdır uzun uzun tanışmaya, o “bilindik” hissiyatı, zihnimizi çevreleyip büyülemişken?
Nasıl oluyor da, uzun yıllar çok yakından tanıdığımızı iddia ettiğimiz insanların yanında anlaşılmayıp yabancılık çekebiliyorken, hiç bilmediğimiz birini bu kadar yakından tanıyormuş gibi hissedebiliyor ve birbirimizi anlayabiliyoruz? Aynı olduğumuz veya aynı yaraları taşıdığımız için mi?
Sahi, gerek var mıdır anlaşılmak için aynı kandan, candan ve etten olmaya?
“El insanı” dediğimiz biri bizi ailemizden, dostlarımızdan veya sevgilimizden daha iyi anladığında kötü mü hissettirir?
Anlaşılmak, sessizce…
Hiçbir kelime veya sözcük kullanmadan…
Belki bir iç çekişinden, kirpiklerinden, gözbebeklerinden veya kaşlarının kalkışından…
Bu, içimizde geliştirdiğimiz güçlü bir duygusal farkındalıktan mı kaynaklanıyor,
yoksa hiçbir çaba sarf etmeden yüreklerini okuyabildiğimiz insanlarda bize ait bir parça mı var?
Bazı insanlar vardır ki, orada anlaşılmak için bağırıp çağırmana gerek kalmaz, tek bir “fısıltın” onlar için kafidir, çok bir şey söylemene gerek yoktur.
Sonra, gelmesinden hep korkulan o “bir gün” gelir ve anlarsın ki, uzun yıllara rağmen anlaşılmak için kendini yıprattığın, hırpaladığın ve tükettiğin her yer aslında ait olmadığın yermiş, kendine bir nevi ihanet ediyormuşsun.
Bunu anlamak için bile, hiçbir kanıta veya ödün vermeye gerek olmadan, seni olduğun hâlde kabul ederek kıymet veren insanların nezdinde hissettiğin huzura ihtiyaç olabiliyormuş.
Sessizliğinden ve söylemediklerinden bile anlaşıldığını gördüğü vakit, birilerine uzun uzun bir şeyler anlatmayı da bırakıyor insan.
Bu insanlar, birbirlerinin gözlerinde yatan yorgunluğu, düşü ve fırtınayı bilebiliyor.
Çok garip değil mi?
Bunun farkındalığına sahip olunca bir daha eskisi gibi olamıyor insan; çünkü daha önce hep var olmak için çırpınıp durduğu yerlerin aksine, ilk kez hiçbir şey demeden, bağırıp çağırmadan, yalnızca olduğu yerde durarak, kendi olduğu hâlde değer görünce, içindeki kalabalıkta yalnız olmadığını anlıyor insan.
Öyle kıymetli bir şey ki bu…
İçine bir umut doğar ve “Karşına olgun bir insan çıktığı zaman, asıl sorunun senden kaynaklanmadığını daha iyi anlayacaksın.” cümlesini daha iyi anlar hâle gelirsin; ve o andan itibaren hiçbir şey eskisi gibi olmaz, sen de olamazsın…
Anlaşılmayı bekleyerek tükettiğimiz her vakit, ruhumuza verdiğimiz birer zarar kurşunlarıdır çünkü; tabii insan bunun kıymetini ve anlamını da bilmeden öylece akıp geçirebiliyor ömrünü.
Karşına olgun bir insanın çıkması değil mesele; maalesef mesele biraz da bunu anlayabilmekte…
Ve sen, o an, yıllardır herkesin önünde oynadığın oyunu bırakırsın.
Çünkü ilk kez, birileri senin “rolüne” değil, özüne bakar…
İlk Yorum yapan siz olun!