"Güç zehirlenmesine” karşı panzehir kurultay
Yaşamın her anını daha doğru daha ileri bir adım atarak yaşamak için dünlerden ders çıkarmak, dünü unutmamak gerekir. Özellikle, siyaset dünyasında dünü hatırlamayanların sadece bugünü yaşaması ülke için toplum için en büyük tehlikedir. O nedenle, yararı olur mu? Bilmiyorum ama 34 öncesi bir yerel seçim gerçeğini arşivimden çıkardım.
YIL 1989. Yerel seçimleri için adaylar açıklanırken, yarışın ANAP Adayı Bedrettin Dalan ile CHP Adayı Prof. Nurettin Sözen arasında geçeceği belliydi. Özellikle, "benim memurum işini bilir" diyen dönemin ANAP Genel Başkanı Turgut Özal'ın işini bilen araştırma şirketleri, Dalan'ı açık ara önde gösteriyordu. İstanbul'un Belediye Başkanı Dalan'da bir kez daha seçileceğinden o kadar emin ki, tıpkı Muharrem İnce gibi ne oldum değil ne olacağım diye düşünmeyen onlarca ismin bugün CHP'ye yaptığını yıllar önce ANAP'a da yapılıyordu. “Halk ANAP'a değil bana, benim ismime oy veriyor " diyecek kadar ileri gidiliyordu…
Halk kimi seviyor?
Öyle ki, seçim kampanyası, ANAP ve Turgut Özal bayrak ve posterleri ile süslenmiş otobüsle yürütülüyordu. Otobüs, Aksaray' a girerken alkış, slogan kıyamet kopuyordu. Otobüsün önünde ayakta durarak bu ilgiye el sallayarak cevap veren Dalan, biranda "Dur" diyerek otobüs durdurarak, “otobüste bulunan parti bayrak ve flamalarını sökün" talimatını verdi… Amaç, halkın sevgisinin Özal’a değil de kendisine olduğunu “bakın bu sevgi bana bana" sözleriyle etrafına anlatmaya çalıştı.
Yanında, ANAP İstanbul teşkilatının iki güçlü ismi, Abdurrahman Albayrak ve Şevki Özpeynirci’nin, tartışmaya varan şaşkınlık ve itirazlarını hiçe sayan Dalan, sevgi selinin kendine aktığını göstermekte kararlıydı. Bunun üzerine otobüsten inen Albayrak ve Özpeynirci il merkezinin yolunu tuttu.
Bir kaç gün sonra İstanbul’a gelen Özal, bu ikili ve ardından kurmayları ile yaptığı toplantıda, Dalan'a "çekip gitsin partiden" mesajının iletilmesi kararı çıktı.
Güneş Gazetesi'nin gazete olduğu dönem… Gazetenin istihbarat şefi olarak görev yapıyorum. ANAP içinde siyaset yapan, o dönem ANAP İstanbul İl Yönetimi’nde bulunan haber kaynağım (ki, olayın ilk anından Özal'ın mesajına kadar her adıma tanıklık etti) bu olayı anlattığı zaman hiç tereddüt etmedim. Gazete yönetimi de haberi 8 sütuna manşet "Özal'dan Dalan'a; Çek git partiden" manşeti ile verince kıyamet koptu.
Ankara'dan siyasetçiler, İstanbul’da Dalan-sever iş adamları gazete yönetimini topa tuttu. Haberi tereddütsüz kullanan yönetim işime son verme noktasına geldi. Haber kaynağımı aradım. Bir kez, daha anlattı ve "benim sesimi kaydet dinlet onlara" önerisini getirdi.
İşime son verilmesini önemsediğim için değil üzerime yapışacak "Yalancı haberci" etiketini yıllarca taşımanın utancını yaşamamak için öneriyi kabul ettim. Sesi dinlettim, haber ertesi gün yeni ayrıntılarla devam etti, işime son vermeye hazırlanan yönetim bir maaş pirim ödeyerek bana yaptıkları psikolojik işkencenin bedelini ödediler! İlk gün habere mesafeli duran gazeteler haberin üstüne atladı ve asıl bombayı rahmetli Özal patlattı. Düzenlediği basın toplantısında, bu haberi soran gazeteciye, "Yorum yok" dedi.
Stratejik hata ve siyasete elveda
Bunun anlamı "evet" demenin Türkçesidir. Dalan, seçimi kaybetti, parti kurdu, kurmadı, kurulu partiye gitti olmadı. Kısacası, o benim şahsıma dediği ilginin ve oyların "Şahsına" ait olmadığını acı bir şekilde öğrendi. Tek tesellisi, özel okul ve üniversite sahibi olarak yaşamını idame ettirirken başkanlık defterini de siyaset defterini kapattı…
Yıllar sonra, Muharrem İnce’yi izleyip, dinlerken, 1989 yerel seçimleri ve Özal'ın işareti ile belediye başkanı olduğunda, "kerameti kendinde sanan Dalan’ı" hatırlıyorum nedense. Siyasetçinin "ben ben" diye EGO patlaması yaşamasının intihar olduğunu henüz öğrenememiş birilerine, Dalan ve İnce'yi hatırlatmak gerek. Özellikle, 1989 seçimleri ve sonrasını anlamaları ve yorumlamaları büyük önem taşıyor.
Fakat yararı olur mu? Sanmam. Çünkü bu güç zehirlenmesinin kaynağı, o günde iktidar medyası ve bağımsız özgür/özgün medyayız diyerek muhalif siyasetçi ve milyonlarca halktan beslenen bazı medya kuruluşları ve onlarda vücut bulan sözde gazetecilerden başkası değildir.
Güç zehirlenmesinin panzehiri ise "yürü kim tutar seni" ara gazıyla, "Sen kalk ben oturacağım" diyenlere, özellikle CHP'nin gerçek parti emekçilerinin "Neden sen? Ne yapacaksın?” diye samimiyetle sorması ve sorgulaması gerekir…
CHP adayı olarak verilen oylarla vekil, belediye başkanı olan, engin fizik ve matematik bilgisi ile toplayıp, çarpıp, çıkarıp "yüzde 31 oy CHP'nin değil benim" diyen İnce'nin izinden yürümek, siyasi tarihi hiçe saymaktır. Dalan ve benzeri çok sayıda kerameti kendinden menkul siyasetçiye, bugün aradığı sokağı bulamayan herhangi bir vatandaşın "Yol tarifi" bile sormayacağını unutmamak gerekir…
Günümüz de ise artık herkesin malumu olduğu gibi ülke, dikensiz gül bahçesi, herkes mutlu mesut...
Sorun ve dikenlerin hep CHP'nin bahçesinde bitmesi. Her yere serpilmiş ayrık otlarından ise hiç bahsetmiyorum bile. O zaman soralım bir kez daha;
CHP’de değişim olmalı mı?
Evet.
Peki, değişim nedir?
Kemal Kılıçdaroğlu'nun istifa etmesi ya da "Sen yenildin bana el ver, ben güçlüyüm..." diyenlere "buyur tabii" demesi mi?
Kaybedilen seçimin ardından zamansız öten horoz veya arsız otu gibi "GÜÇ ZEHİRLENMESİNE" yakalananlara "Bu kadar güçlüydünüz, gücünüzü neden sandığa yansıtmadınız?" diye hesaplaşma çağrısı yapması mı?
Kişisel olarak, AKP'nin "Kılıçdaroğlu gitsin" isteğine uygun olarak ulusal/yerel medya/sosyal medya da sponsor olan 5’li çetenin ekonomik gücü ve siyasi iktidarın seçim kazanma yöntemlerinden uzak, yerel yönetimlerin gücü ile oluşturulacak delegelerle değil, CHP’nin gerçek sahibi parti emekçilerinin iradeleriyle karara varılacak kurultayda, "KALK / GİT" diyenlerle hesaplaşılmalı.
Çünkü güç zehirlenmesi, mesleği, görevi, yaşı, cinsel kimliği ne olursa olsun sadece o insanı değil, milyonların umut olarak baktığı, ATATÜRK'ün kurucusu olduğu CHP'yi de uçuruma sürükler ve tabii ülkeyi de...
İlk Yorum yapan siz olun!