Dünyayı doğuran ve doyuran kadınların rezidansında…
Özel günlere hiç ehemmiyet vermeyen bendeniz, bu yıl 8 Mart için bir şeyler karalamak istedim.
NUR ÖZTÜRK İLK
Her çağın yükünü çeken, öneminin ve gücünün asla farkına varamayan kadınlar üzerinden yaratılan
sorunsal, yüz yıllardır hep gündemdedir… Doğanın verdiği yaratım gücünün son halkası olan doğumun
arkasından doyurma işlevinin başkahramanıdır da erkeğin bir adım gerisinden gitmek, başta olmak
üzere birçok alanda öğretilmiş çaresizliği kader olarak kabul eder... Aslında hiç eksik olmayan eteğini
beline doladıktan itibaren tüm dünyaya diz çöktürecek gücünü bir türlü görmek istemez…
Doğurduğu, doyurduğu ve hayatı öğrettiği erkeğin gerisinde kalmayı kabul eder de o erkeğe, kadına
saygı duymayı küçük yaştan itibaren öğretmeyi düşünemez… Baba evinde annenin koca evinde
kaynananın zulmü altında inlerken, “ya ne yapıyorsunuz, siz de kadınsınız“ diye bir türlü
haykıramaz… Tüm bu rolleri hiç değiştirmeden, sıra kendisine geldiğinde, canı yanmamış gibi gelinine
ve kızına tekrarlar… Bırakın fikrimiz olmasını, bir sesimiz olmasına bile tahammül edemeyen
erkeklere, bir de kadınlar eklenmiştir ki, en acısı da budur…
Yüzyıllardır genetik kodlarına işlenmiş bu süre gelim, o kadar hırçınlaştırmıştır ki kadın denilen
mükemmel varlığı, tecavüze uğrayan kadınlara destek vermek yerine “üzerinde ne varmış, ne giymiş”
diyebilecek kadar insaf yoksunu kılmıştır. Öyle ki, kadını insan bile görmekten uzak, sahiplendirme
seviyesine indirgeyen söylevler çeken HÜDAPAR gibi şer yuvasını, yanına alarak hükümet kuran zavallı
beyin yoksunu erkeklere karşılık, kara gözlük ve çarşaf giyerek kürsülerde bu adaletsizliği savunan
kadınları gördükçe, umudum da giderek tükeniyor…
Ne bu coğrafyada ne de diğerlerinde, “kadın kadının kurdu” oldu da bir türlü dostu, arkadaşı, sığınağı
olamadı… İşte bu açık kapıdan giriyor, bunca erkek zulmü…
Yüzyıllardır kapanmayan bu kapı, bugün hala kadın avına çıkmış canileri karşımıza çıkarırken, geçmiş
yüzyıllarda da durum bugünden hiçte farklı değildi… İşte size birkaç örnek…
Sizce Kimya Hatun bunları hak etti mi?
Herkesin kendi inancına ve bakış açısına göre açıkladığı Şemsi Tebrizi ve Kimya Hatun ilişkisi kadının o
yüzyılda da nasıl ötelendiğinin açık bir kanıtıdır. Aralarında ne yaşandı asla tam bilememekle birlikte
birkaç kısıtlı kaynaktan okumalar yapabiliyoruz sadece… Görüyoruz ki, her ne yaşandıysa, bunun ağır
yükünü çeken Kimya’dır ama en çok suçlananda yine odur. Araştırdığım kaynaklardan en akla yatanı
şudur: Meram Bağlarındaki son derece şık evinde ve bahçesinde hayat süren Kimya, babasının ani
ölümünden sonra makûs kaderiyle de yüzleşmeye başlar. Mevlana Celalettin ile evlenerek Konya
merkezdeki evine taşınan Kimya’nın annesi Kerra Hatun ve iki çocuğu, konak ailesi ve çalışanları
tarafından da başlangıçta pek sevilmez. Okumayı çok seven iyi eğitim görmüş olan Kimya’nın
mutsuzluğu, Alaeddin Çelebi ile olan arkadaşlığı sayesinde biraz aralanır. Birlikte büyürler, oyun
oynarlar. Çünkü masum iki çocukturlar… Ama bunun aşk olup olmadığına dair bir bilgiye sahip
değiliz… İki çocuğun yaramazlık boyutuna varan arkadaşlığına, o yaşlarda aşk demek bugünden
bakınca haksızlık gibi görünüyor.
Tebrizli Şems ile Mevlana’nın yollarının kesişmesi, birçok sorunu da beraberinde getiriyor.
Mevlana’nın ışık gibi parlamasını sağlayan Şems, 15 yaşındaki bir kızın da ışığını söndürüyor. Konya
halkının Şems’e olan düşmanlığını azaltmak dahası 50 yaşındaki Şems’in bir daha gitmesine engel
olmak için en sevdiği kızı olan 15’indeki Kimya ile evlendiriyor.
İran Ulusal Müzesi’ndeki kaynaklara göre aralarında hastalık derecesinde kıskançlık odaklı ilişki,
Kimya’nın sonunu getiriyor. Annesi ve ailesiyle birlikte eski evine yaptıkları ziyaretin, kendisinden
habersiz olduğu gerekçesiyle kıskançlık krizine giren Şems’in Kimya’yı ağır darp ederek hayatının son
bulmasına sebep oluyor. Yine kaynaklara göre Kimya, Şems’ten izin almadığı gerekçesiyle bu geziye
çıkmak istemediğini ama annesinin buna karşı çıktığını, “Yanında annen var. Bana güvenmeli”
diyerek Kimya’yı zorladığını öğreniyoruz. Konağa dönmelerinin ardından Kimya’yı sürükleyerek
odasına götüren Şems’e “dur” bile demeyen annesinin suskunluğu ise yeni değildi. İş buraya gelene
kadar Kimya’nın gördüğü eziyetle dolu tecrit hayatına, başta annesi, erkek kardeşi ve tüm konak
ahalisi seyirci kalmıştı. Nitekim Kimya ölürken, bu yalnızlığına dem vurarak, “Hiç kimse benim
yanımda olmadı, sesimi duymadı. Ne annem ne kardeşim” diyordu…
Çağının kadınlarından farklı olan ve cariyesine yapılan haksızlığa dahi susmayan Kimya’nın başına
gelenleri “oh olsun” diyerek izleyen konak kadınları, günümüzde de yok mu? Bizden farklı giyiniyor,
düşünüyor gerekçesiyle haz etmediğimiz kadınlar haksızlığa uğradıklarında yeteri kadar yanında
olabiliyor muyuz?
Gelelim Şems’e… Kuranı hatim etmenin ötesinde her harfinin tüm manalarını bilerek, anlayarak
konuşan Şems, matematik, astronomi ve tüm bilim alanlarında muhteşem eğitim almış bir zattır.
Bununla da yetinmeyerek hakikati aramak için yollara revan olmuş bir bilgi ve bilim aşığıdır… O halde
Kimya’ya yaptıkları, Şems’e ve aradığı hakikate uygun mudur? Dediğimizde, karşımıza Yunus
Emre’nin tevazu dolu hayatı ve dörtlükleri çıkıyor ve duruma ışık tutuyor: “İlim ilim bilmektir. İlim
kendini bilmektir. Sen kendini bilmez isen bu nice ilim öğrenmektir.”
Mevlana, “en sevdiğim kızım” dediği Kimya’ya bu şiddeti layık görürken Mesnevisinde insan ve tanrı
sevgisinden dem vuruyor ve “Gel, ne olursan ol yine gel “diyor. Ama kendi kapısına gelen Kimya, bu
merhametten bir türlü nasibini alamıyor…
Haremin cariyeleri ve öldürülen bebekleri…
Kendi tarihimizde kadınlara acı çektirmek konusunda hatırı sayılır bir öneme sahip. Rızalı, rızasız
Osmanlı Hanedanı’nın haremine alınan genç kızlardan bir gecelik ilişki sonunda hamile kalanlar, her
zaman çok da şanslı olamıyorlardı. Kendi doğurdukları çocuğunu tahta geçirerek Valide Sultan olma
hayalleri kuran kadınların, türlü oyunlarla ölüme gönderdikleri cariyeler ve çocukları, masumiyet
karinesinden hiç mi pay almazlar. Kanlı taht oyunlarının kurbanı olan bu kadınların, evlat acılarına
bugünden gönderilecek bir saygı duruşu ile mezarlarını ziyaret etmeyi hangi kadın derneği akıl etti de
biz duymadık?
Günümüz dünyasında yaşadıklarımız korku filmi senaryolarına bile “pes” dedirtecek türden… İstanbul
Sözleşmesi ile biraz nefes alacak gibi olacağız o da mümkün olamıyor. Çünkü tarikat denen şer
yuvalarının baskısıyla bu hak elimizden alındı. Ne yazık ki, biz yine birlik olup daha gür bir ses
çıkaramadık. Kadının gücünden ve zekâsından korkan erkeklerin, kadının insan mı hayvan mı
olduğunu tartışma cüretini gösteren Arap Dünyası’nın kültürüne âşık olma zavallılıklarını
anlayabilirim de bu zavallılığı destekleyen kadınların neyi amaçladıklarını bana kimse anlatamaz.
Tüm bu çelişkiler ışığında kaosa sürüklenen bizlerin imdadına yine sanat ve değerli sanatçılarımız
yetişiyor. Hepsine sonsuz teşekkürler. Nuri Bilge Ceylan’ın ödüllü filmi Kuru Otlar Üstüne, günümüz
kadınının özgür seçimleri ve kadınlığını özgürce yaşamasının karşı taraftaki etkisini anlamaya çalışan
diyaloğu, Merve Dizdar’ın mükemmel oyunculuğuyla taçlanıyor. İzlemenizi öneririm. Dizdar’ın hayat
verdiği Nuray karakteri diyor ki: “Samet’le yaşadıklarım, sende bir kadında hayal ettiğin ahlak
seviyesinin altında mı kaldı? Bir insan olarak bu dünyada ne kadar yer kapladığımı anlamak
istiyorum.”
Bu sözler hepimizi anlatmıyor mu? Yazımın başında belirttiğim, erkekleri bir tarafa koyarsak kadının
kadına olan şiddetiyle katmerlenmiş eza dolu hayat, filmde şu sözlerle ruh buluyor ve “ortak vicdana”
“ortak akıl” oluştur diyerek adeta yüksek sesle bağırıyor: “Bu dünyada güzel olan her şey insanın
kendi eliyle ördüğü ağlara takılıyor.”
Her şeye rağmen tüm bu çelişkileri ve kaosu düzeltecek, dünyayı güzelleştirecek her ne olacaksa
kadın eliyle olacaktır. Bunu, aydınlığı ruhunda hisseden eşitlikten yana kadınların yetiştirdiği erkekler
ve kadınlar yapacaktır. Yeter ki biz dünyayı doğuran ve doyuran kadınlar olarak gücümüzün farkına
varalım ve susmayalım… 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar gününüz kutlu olsun…
İlk Yorum yapan siz olun!